Yaklaşık 40 bin sene önce, insanlığın Afrika’dan dünyaya yayıldığı sırada, bir grup insan da kendilerine yerleşim yeri olarak Avrupa’yı seçmişti. Bugün o insanların büyük büyük torunları ise hâlâ Avrupa’da yaşıyor ve kendilerine has birtakım özelliklerle tanınıyolar. Mesela genel olarak çoğunluğu açık tenli ve mavi gözlüler, ek olarak sindirim sistemlerinde hiçbir bozukluk yaşamadan süt içebiliyorlar.
Süt içmek neden genetik bir özellik olsun değil mi? Ama şöyle bir şey var: Sütün içerisindeki bir madde sebebiyle aslında süt, dünyada herkesin çok rahatlıkla tüketebildiği bir besin değil. Evet, laktozdan bahsediyorum. Çünkü laktoz, aslında yetişkin her insanın bünyesine dost olan bir besin değeri olmamakla beraber insanlıkla ilişkisi oldukça eskiye dayanan bir karbonhidrat.
Laktoz ve insan metabolizması
Laktoz, doğada anne sütü dahil sadece sütte bulunuyor. Sütün aromasına da önemli bir katkı sağlayan laktozun sindirilebilmesi içinse laktaz denilen bir sindirim enzimi gerekiyor. Bağırsaklarımızda bulunan laktaz da süt şekeri laktozun glukoz ve galaktoz bileşenlerine ayrılmasında en kritik rolü oynuyor. Bu enzimin üretimi bebeklikten başlarken laktaz sayesinde bebekler anne sütünü sorunsuzca tüketebiliyor.
Ne var ki sütten kesildikten sonra artık böyle bir enzimin üretilmesine gerek olmadığına karar vermeye meyilli yaratılan vücutlarımız sebebiyle, bebeklikten çıkmaya başladıktan sonra laktaz üretme eğilimimizi kaybedebiliyoruz. Laktaz enzimi hiç olmayan veya normalden az olan bebekler de olabiliyor ancak genel olarak bu enzimin azalış süreci, çocukluğun ilk zamanlarında başlıyor.
Bunun doğurduğu sonuçlar ise biraz tatsız. Nitekim dünyanın en yaygın gıda intoleransı dediğimiz laktoz intoleransı (ya da bilim insanlarının deyimiyle laktaz impersistansı) laktaz enzimi eksikliği sebebiyle ortaya çıkıyor. İşin uçuk tarafıysa dünya nüfusunun %80’inin laktoz intoleransına sahip insanlardan oluştuğu söylemi. Yani bu öyle azımsanabilecek bir beslenme sorunu değil.
Laktoza intolerans gösteren kişiler, süt içtiklerinde vücutlarında hiç de hoş olmayan değişimler yaşadıklarını fark edeceklerdir. Bu değişiklikler hoş olmadığı gibi aynı zamanda hayat kalitesini düşüren ve kişinin bulunduğu ortamda ağrı çekmesine ya da çok zor zamanlar geçirmesine neden olan değişikler ne yazık ki. Karın ağrısı, şişkinlik ve diyare (ishal), laktoz intoleransına sahip insanların laktoz tükettikten sonra yaşadığı olumsuz deneyimler arasında.
Bölgesel farklılıklar
Eldeki kayıtlar, laktazın biz insanların sütle tanışmasından çok sonra hayatımıza giren bir enzim olduğunu söylüyor. Örneğin yapılan bir araştırma, Avrupa’da insanların dokuz bin sene kadar önce süt tükettiklerini belirlemiş. Ancak laktoz intoleransının günümüzdeki haline evrilmesinin ise yirmi bin sene kadar aldığı konuşuluyor. Yani aslında insanlar sütü rahatça sindiremedikleri halde binlerce yıl süt tüketmeye devam etmişler.
Peki ne olmuş da biz bu laktaz enzimini üretmeye başlamışız? Aslında bu sorunun cevabına kesin olarak henüz varılmış değil. Ama üzerine yapılan çalışmalar gösteriyor ki özellikle Avrupa, laktoza karşı direnç göstermeden sindirebilen insanların yoğunlukta olduğu bir kıta. Bunun da geçmişi çok eski zamanlara uzanıyor: En yukarıda Afrika’dan yayılan insanlardan bahsetmiştim. Oradan Avrupa’ya yerleşenler kadar Rusya ve Ukrayna bozkılarında yaşayan ve DNA’larında ilgili varyasyonu taşıyan Yamnaya halkının da Avrupa’ya gelmesiyle oradaki yerel halkın süte karşı bir bağışıklık kazanmalarını sağlayacak genetik mutasyon oluşma süreci hızlanıyor.
Laktoz intoleransının dünya genelinde Asya, Afrika ve Güney Avrupa kısımlarında daha çok olduğu biliniyor. Bu durum dünyada kuzeye ve doğuya yaklaştıkça daha da azalıyor. Mesela İskandinavya’da nüfusun toplamda %3’ü sadece laktoza intolerans gösterirken biraz ilerleyip İsviçre ve Almanya taraflarına gittiğimizde bu oran %10-%20 civarlarına çıkıyor. Bugün genel olarak gezegende yaşayan insanların yaklaşık %20-%35’lik bir kısmı laktozu rahatlıkla sindirebiliyor. Bunu da genlerinde Avrupa’daki atalarından kalma genetik mutasyon sebebiyle yapabiliyorlar diyebiliriz.
Evrimsel baskılar
Bir de şu var: Aslında insanlar bir bakıma laktozu sindirebilecek bir değişim geçirmek de zorundaydı. Çünkü belli bir noktadan sonra süt içebilmek yaşam ya da ölüm meselesi hâline gelmişti. Süt içebilenler hayatta kalabiliyorlar ve sütü sindirebilme yeteneklerini bir sonraki nesillere de aktarabiliyorlardı.
Tarlaları boşalan ve suyu kirlenen insanların ellerinde kullanabilecekleri süt gibi bir süper besin vardı. Bir şekilde süt içemeyen insanlarsa içebilenlere kıyasla en üretken dönemleri öncesinde ya da sırasında yaşamlarını yitirmeye mahkûm kaldılar. Tabii Güney Yarım Küre’de durum kuzeydeki kadar daha sert değildi. Güneyde gıda arzı bol ve kıtlık daha azdı ve bu sebeple süt içebilmek bir yaşam-ölüm kriteri de değildi. Bu da Kuzey ve Güney yarım küreler arasındaki laktoz intoleransı farkının neden bu kadar fazla olduğunu açıklıyor.
Günümüz
Laktoz intoleransı olan kişiler süt ve süt ürünlerinden tamamen vazgeçecek diye bir şey tabii ki günümüzde söz konusu değil. Gerek laktozsuz sütler gerekse laktozdan arındırılarak piyasaya sürülen süt ürünleri, saf sütü sindiremeyen bireylerin hayatlarını önemli ölçüde kolaylaştırıyor.
Laktozsuz ürünler de dahil gıda intoleransı olan herkesin kendilerine uygun ürünlere ulaşabilmeleri çok güzel bir gelişme olsa da her ek bir özellikle fiyatı artan ürünler, maalesef bu sevinci bir bakıma kursakta bırakıyor. Hayvansal sütlerden komple arınmak ve bitkisel sütlere yönelmek de durumu bu açıdan pek farklılaştırmıyor.
Özellikle inek sütünün insanlar için faydalı bir besin olduğu su götürmez bir gerçek ancak genel olarak hayvansal ürünlerin bahsediliği kadar sağlıklı mı ve sağlıklı olsa bile onları tüketmek insanlar için etik mi sorusu da süt içerken laktoz intoleransı kadar insanları meşgul eden konulardan bir tanesi.