Ölmek, her şey gibi, bir sanattır, bu konuda yoktur üstüme. Böyle diyor Sylvia Plath, Amerikalı ünlü şair, roman ve kısa öykü yazarı, şiirlerinin birinde, zihninde hissettiklerini anlatırken. Okuduğumuzda bize sadece birkaç sözcükten ibaret gelecek bu dizeler, barındırıldıkları zihinden satırlara dökülürken ne türlü zorluklarla kayıtlara geçti kim bilir. Sadece şiirleriyle değil, aynı zamanda iniş çıkışlarla dolu hayatı ve kavuştuğu trajik sonla da bilinirlik kazanmış Plath, belki de bu dünyadan geçmiş yazıncılar arasında yaratıcılığını içinde bulunduğu karanlıktan edinerek bunu en ustaca yansıtmayı başarmış kişi olabilir.
Hayatının temel hatları
Plath, 1932 yılında ABD’nin Massachusetts eyaletinin Boston kentinde dünyaya geldi. Cambridge Üniversitesi’nden mezun olan Plath, tıpkı kendisi gibi yazar olan Ted Hughes ile de orada tanıştı. Evliliklerinden iki çocukları olan çift, beraberliklerini 1962 yılına, Plath’in intiharından bir sene öncesine, kadar sürdürebildi. Yetişkinlik sürecinin büyük bir kısmında depresyonla mücadele eden Plath, bu mücadelesini sanatına da net bir şekilde yansıtan bir yazardı.
Depresyonun yanı sıra intihar ve cinsiyet kimlikleri gibi konuları da eserlerinde işleyen yazıncının sözcüklerindeki keskin dürüstlüğü, duygusal yoğunluğu yüksek çalışmalarının da bel kemiği oldu. Her ne kadar depresyonla alakalı tıbbi destek almayı denese de ne yazık ki bunlar kendisi için sonuçsuz kaldı. Ruh sağlığını geri kazanmaya yönelik verdiği savaşı kaybeden Plath, 1963 yılının ikinci ayında intihar ederek hayatına son verdi. Trajiktir ki tıpkı annesi gibi kendisi de depresyonla mücadele eden Plath ve Hughes çiftinin erkek çocuğu Nicholas Hughes da 47 yaşına geldiğinde canına kıyacaktı.
Şair kimliği
Sylvia Plath, gitmeden arkasında sayısız şiir bıraktı. Aslında ilk şiir koleksiyonunu 1960 yılında yayımlayan yazarın popülaritesini artıran çalışma ise ölümünden sonra yayımlanacak olan “Ariel” şiir kitabıydı. Ariel, Plath’in ilk kitabı “The Colossus’tan” daha karanlık, daha kişisel ve duygu yüklü şiirlerin daha yoğun olduğu bir çalışmaydı. Kitaptaki şiirlerinde özellikle ruh ve sinir hastalıkları ve intihar gibi puslu konuları işleyen Plath, kadın olmanın hissettirdiği deneyimi de daha önce anlatılmamış şekilde anlatmayı başarmıştı.
Plath, aynı zamanda şiirlerini otobiyografik bir anlatışla yazmayı da huy edinmişti. Bu yönüyle “itirafçı şair” olarak da bilinen Sylvia Plath için şiir yazmak demek, hissettiklerini, düşündüklerini ve deneyimlediklerini kâğıtlara dökmek demekti. Sanatı için tek ilham kaynağı kendisi ve yaşadıkları değildi ama düşüncelerini çoğu zaman bir araç olarak kullanmaktan hiç çekinmedi. Bu alışkanlık onun işlerinin genetiğinde vardı. Ne kadar acı verici ve karanlık olursa olsun, hissedilen yoğun duygular, Plath’in işlerinde dürüstlükle kendilerine yer bulurdu.
Tema olarak çoğunlukla karanlık ve iç karartıcı konuların işlendiği Plath’in şiirleri, yapı olarak da oldukça soyut ve karmaşıktı. Plath, dili ve imgeleri başarıyla kullanabilen ve şiirlerinin inşasında onları ustalıkla dizelere yerleştirebilen bir şairdi. Aynı anda hem böylesine güzel hem böylesine rahatsız edici işler çıkarabilmek zaten başka şekilde nasıl mümkün olabilirdi? Dürüstlüğü, samimiyeti ve becerisiyle kalpleri kazanan ve hem diğer yazarlar hem okuyucuları üzerinde derin etkiler bırakan yazarın işleri, bazen gerçekten fazlaca ileri gidebilen ve hastalıklı hâl alan bir yapıya sahipti. Yine de Plath’in ustalığına dair varılan fikir birliğinin etkisi, şimdiye kadarki gücünden bir şeyler kaybetmiş değil.
Ariel: Karanlık ve kişisel bir şiir koleksiyonu
Ariel, içinde “Lady Lazarus”, “Ay ve Porsuk Ağacı” ve “Uç” gibi popüler Plath şiirlerini içeren önemli bir şiir kitabı olmasının yanında aynı zamanda şiirlerin Türkçe çevirisiyle de öne çıkan bir eser. Yusuf Eradam tarafından orijinalliğinin büyüsü olabildiğince korunarak çevrilen şiirlerden oluşan bu kitap, Türkiye’de de ilgi gören ve Plath ile tanışmak isteyen kişilerin başvurduğu kaynaklar arasında. Bu yazının devamında da Ariel’deki çeşitli şiirlerden kendi favorim olan birtakım dizeler arasında gezinebilir ve siz de Plath’in dünyasında kısa bir yolculuğa çıkabilirsiniz. Yer yer oldukça sivri, yer yer sadece inşasıyla hayran bırakan dizelere, dizelerin etkisini her iki dilde de hissedebilmeniz için, hem Türkçe hem de İngilizce olarak yer vermek istedim. Şiirlere sözcüklerle gizlenmiş Plath’in dürüstlük sihri bakalım sizi kaçıncı cümleden sonra değiştirecek.
Sabah Şarkısı (Morning Song) – 1961
Bütün gece düz pembe güller arasında uçuşur güve soluğun. Uyanır, dinlerim: Uzak bir deniz kımıldar kulağımda.
All night your moth-breath flickers among the flat pink roses. I wake to listen: A far sea moves in my ear.
Lady Lazarus – 1962
Ölmek, her şey gibi, bir sanattır, bu konuda yoktur üstüme.
Yaralarıma bakmanın, kalp atışlarımı dinlemenin bir bedeli var. Tıkır tıkır çalışıyor işte. Bedeli var, hem de ne bedeli var, bir sözcüğümün ya da bir dokunuşumun ya da kanımdan bir damlanın ya da saçımın bir telinin ya da bir parçasının elbisemin. Ya, işte böyle, Herr Doktor. İşte böyle, Herr Düşman.
Dying, is an art, like everything else, I do it exceptionally well.
For the eyeing of my scars, there is a charge, for the hearing of my heart. It really goes. And there is a charge, a very large charge, for a word or a touch or a bit of blood or a piece of my hair or my clothes. So, so, Herr Doktor. So, Herr Enemy.
Gece Dansları (Night Dances) – 1962
Kuyruklu yıldızların katedecek öylesine büyük bir uzayı var ki,
The comets have such a space to cross,
Berck-Plage – 1962
O sırada, esirgenmiş gülümsemelerden kurtlanmış gökyüzü
While a sky, wormy with put-by smiles
Nick ve Şamdan (Nick and the Candlestick) – 1962
Bırak yıldızlar karanlık adresine düşsün dikine.
Let the stars plummet to their dark address.
Oraya Varmak (Getting There) – 1962
Ben bir mektubum posta kutusunda. Bir isme uçuyorum, iki göze. Ateş olacak mı, ekmek olacak mı orada?
Havanın orta yerinde olsun yok mu huzurlu bir yer şöyle. El değmemiş ve el değmez.
Ve ben, çıkıp bu eski sargılardan, bu can sıkıntılarından, bu eski suratlardan sana doğru atıyorum adımımı Unutkanlık Irmağı’nın kara vagonundan, safım bir bebek kadar.
I am a letter in this slot. I fly to a name, two eyes. Will there be fire, will there be bread?
Is there no place turning and turning in the middle air. Untouchable and untouchable.
And I, stepping from this skin of old bandages, boredoms, old faces step up to you from the black car of Lethe, pure as a baby.
Medusa – 1962
Aklım sana sarmaş dolaş.
Neyse, sen hep oradasın, hattımın öbür ucundaki titrek soluk,
Ben çağırmadım ki seni. Ben seni hiç çağırmadım ki. Yine de, yine de denizden buharlaştın bana doğru,
Fazlasıyla ortalığa dökülmüşüm, X-ışınları gibi.
My mind winds to you.
In any case, you are always there, tremulous breath at the end of my line,
I didn’t call you. I didn’t call you at all. Nevertheless, nevertheless you steamed to me over the sea,
Overexposed, like an X-ray.
Ay ve Porsuk Ağacı (The Moon and the Yew Tree) – 1961
Ah, nasıl isterdim şefkatle inanmayı.
How I would like to believe in tenderness.
Doğum Günü Armağanı (A Birthday Present) – 1962
Bir şeyi bırakmak, hepten bırakmak senin için olanaksız mı? Her parçayı morla mühürlemen şart mı?
Is it impossible for you to let something go and have it go whole? Must you stamp each piece purple?
Rakip (The Rival) – 1961
Güzel bir şeyle aynı izlenimi bırakıyorsun, ama yok edici.
You leave the same impression of something beautiful, but annihilating.
Ateş 39° (Fever 103°) – 1962
Senin için de, başkası için de fazla safım ben. Dünya Tanrı’nın canını nasıl yakıyorsa, öyle yakıyor canımı bedenin.
I am too pure for you or anyone. Your body hurts me as the world hurts God.
Küçük Füg (Little Fugue) – 1962
Kara cümleleri severim ben.
Sosisleri götürüyorsun hapur hupur! Onlar renklendiriyor uykumu, kesik boğazlar gibi kırmızı, hareli.
I like black statements.
Lopping off the sausages! They colour my sleep, red, mottled, like cut necks.
Münih Mankenleri (The Munich Mannequins) – 1963
Ve siyah telefonlar ahizeler üstünde parıldar parıldar ve hazmederler sedasızlığı.
And the black phones on hooks glittering glittering and digesting voicelessness.
Felçli (Paralytic) – 1963
…dışarıdaki gün borsa şeritleri gibi süzülürken.
…while the day outside glides by like ticker tape.
Temmuz Gelincikleri (Poppies in July) – 1962
Küçük gelincikler, küçük cehennem alevleri, siz zarar vermez misiniz? Kıpır kıpırsınız. Dokunamıyorum size. Elimi uzatıyorum alevler arasına. Bir şey yanmıyor. Fakat sizi seyretmek beni bitiriyor, bu kıpırdayış, kırışık ve açık kırmızı, ağzın cildi misali. Yeni kanatılmış bir ağzın. Küçük kanlı etekler.
Little poppies, little hell flames, do you do no harm? You flicker. I cannot touch you. I put my hands among the flames. Nothing burns. And it exhausts me to watch you flickering like that, wrinkly and clear red, like the skin of a mouth. A mouth just bloodied. Little bloody skirts!
Sözcükler (Words) – 1963
Baltalar indikten sonra orman nasıl da inler nasıl da yankılanır! Bu yankılar merkezden çıkıp atlar gibi gezerler.
Axes after whose stroke the wood rings, and the echoes! Echoes traveling off from the center like horses.
Kızkurusu (Spinster) – 1956
Bırakın budalalar tımarhane baharında enayice çark etsinler.
Let idiots reel giddy in bedlam spring.
Tam Beş Kulaçta Baba Sondajı (Full Fathom Five) – 1958
Belirsizlikler hep bir tehlikeyle başlar: Senin tehlikelerin saymakla bitmez.
All obscurity starts with a danger: Your dangers are many.
Yumurta Kayadan İntihar (Suicide Off Egg Rock) – 1959
Her şey güneşin çürüten ışınlarında ufalıp büzülmüştü,
Everything shrank in the sun’s corrosive ray,
Taşlar (The Stones) – 1959
Karanlığın memelerini soğuruyorum.
Telden dikişler kapatıyor çatlaklarımı.
Burası yedek parça şehri.
Cuma günleri küçük çocuklar kancalarını ellerle takas etmeye gelir buraya. Ölüler başkaları için göz bırakırlar.
Aşk, bedduamın kemiğidir, kirişidir.
Yamalarım kaşınır. Yapacak bir şey yok. Yeni gibi olacağım.
I suck at the paps of darkness.
Catgut stitches my fissures.
This is the city of spare parts.
On Fridays the little children come to trade their hooks for hands. Dead men leave eyes for others.
Love is the bone and sinew of my curse.
My mendings itch. There is nothing to do. I shall be good as new.
Yüz Yenileme Ameliyatı (Face Lift) – 1961
Daha bir iki diye saymadan karatahta üstündeki tebeşir izi gibi sildi beni karanlık…
Parmaklarım ölü kanişin kuzu yününe gömülmüş;
At the count of two, darkness wipes me out like chalk on a blackboard…
My fingers buried in the lambswool of the dead poodle;
Uykusuz (Insomniac) – 1961
Gece göğü bir çeşit kopya kağıdından başka bir şey değil, kararan mürekkep, yıldızların fazla dürtülmüş döngüleriyle teker teker her dikiz deliğinden içeri ışık saçıyor. Her şeyin arkasında, kemik beyazı bir ışık, ölüm gibi.
Makyaj odası için, itişip kakışıyor, hatıralar modası geçmiş film yıldızları gibi.
Bağışıklık kazanmış haplara: Kırmızı, mor, mavi. Nasıl da aydınlatırlar uzayan gecenin sıkıntısını! Onlar şekerli gezegenler, hani ona hayatsızlıkla vaftiz edilmiş bir hayat kazandırıyorlar ya, bir süreliğine, tatlı, miskin uyanışı gibidirler unutkan bebeğin artık bu haplar eski ve gülünç, klasik tanrılar misali. Afyonu patlamamış renklerinin ona bir hayrı yok.
Ve her yerde, mika-gümüşü ve anlamsız gözlü insanlar sıraya girmiş işe gidiyorlar, az önce beyinleri yıkanmış sanki.
The night is only a sort of carbon paper, blueblack, with the much-poked periods of stars letting in the light, peephole after peephole. A bonewhite light, like death, behind all things.
Memories jostle each other for face-room like obsolete film stars.
He is immune to pills: red, purple, blue. How they lit the tedium of the protracted evening! Those sugary planets whose influence won for him a life baptized in no-life for a while, and the sweet, drugged waking of a forgetful baby. Now the pills are worn-out and silly, like classical gods. Their poppy-sleepy colors do him no good.
And everywhere people, eyes mica-silver and blank, are riding to work in rows, as if recently brainwashed.
Uğultulu Tepeler (Wuthering Heights) – 1961
Çalı çırpı gibi sarmış etrafımı ufuklar, eğri büğrü, her biri farklı, istikrarsız. Bir kibrit çaksam, ısıtabilirler beni, ve o güzelim hatları da alazlar havayı portakal rengine, zımbaladıkları mesafeler uçup gitmeden önce, solgun göğü ağırlaştırarak daha katı bir renkle. Ama sadece eriyorlar da eriyorlar, bir dizi vaat gibi, ben adım atarken ileriye.
…üstelik rüzgar kader gibi yağar, tek yöne eğer her şeyi de. Farkındayım, bütün sıcaklığımı huniyle benden uzaklaştırmaya uğraşıyor.
Koyunlar biliyor nerede olduklarını, göz gezdirirken hava gibi kurşuni kirli yün bulutlarının içinden. …Büyükanne kılığına girmişler de dolanıyorlar ortalıkta. Lüle lüle perukları ve sapsarı dişleri ve kaskatı, mermerimsi bir meleyiş.
Gök bana yaslanıyor, tüm yataylar arasındaki tek dikeye, bana. …Şimdi keseler gibi dar ve kara vadilerde parıldıyor ev ışıkları bozuk para misali.
The horizons ring me like faggots, tilted and disparate, and always unstable. Touched by a match, they might warm me, and their fine lines singe the air to orange before the distances they pin evaporate, weighting the pale sky with a soldier color. But they only dissolve and dissolve like a series of promises, as I step forward.
…and the wind pours by like destiny, bending everything in one direction. I can feel, it trying to funnel my heat away.
The sheep know where they are, browsing in their dirty wool-clouds, grey as the weather. …They stand about in grandmotherly disguise. All wig curls and yellow teeth and hard, marbly baas.
The sky leans on me, me, the one upright among the horizontals. …Now, in valleys narrow and black as purses, the house lights gleam like small change.
Finisterre – 1961
Denizin kıyamet yaygarasında uğunan canlar onlar. …İç çekişler gibi yükseliyorlar ümitsizce.
Gemi Enkazı Hanımefendimiz üç kat büyük insan, …Duymuyor denizcinin ve köylünün dediklerini. Vurulmuş bir kere denizin o güzel biçimsizliğine.
Souls, rolled in the doom-noise of the sea. …They go up without hope, like sighs.
Our Lady of the Shipwrecked is three times life size, …She does not hear what the sailor or the peasant is saying. She is in love with the beautiful formlessness of the sea.
Bebek Bakıcıları (The Babysitters) – 1961
Durdurulmuş ve kahkaha atan birinin fotoğrafı gibi berbat,
Stopped and awful as a photograph of somebody laughing,
Lesbos – 1962
Yahudi anası onun tatlı cinselliğini inci gibi koruyor.
Bir başka yaşamda karşılaşmalıyız, havada buluşmalıyız, sen ve ben:
Hastasın sen. Güneşten ülser olursun, rüzgardan verem.
His Jew-Mama guards his sweet sex like a pearl.
We should meet in another life, we should meet in air, me and you:
You are ill. The sun gives you ulcers, the wind gives you T.B.
Uç (Edge) – 1963
Geri koymuş bedenine bir gülün yaprakları kapanırcasına
She has folded them back into her body as petals of a rose close
Şiirler kronolojik sıra yerine kitaptaki sıraya göre dizilmiştir. Orijinalliği korumak adına dizeler kitaptaki şekliyle aktarılmıştır.